Cuma namazı için Rıza beni üniversiteye götürdü. Namaz, kampüsün açık meydanında kılınmıştı. Namaza katılanlar yüz binlerle ifade edilebilirdi. O vakitlerde namaz, on yıl sonra İran'ın en güçlü dini lideri olarak Hümeyni'nin yerine geçecek olan Hamaney tarafından kıldırılıyordu. Muhtemelen Rıza'nın derin bağlantıları sayesinde insan okyanusunun ön sıralarına alınmıştık. Hamaney'in tam karşısındaydım ve yüzündeki çizgileri görebiliyordum. Kalabalık arada bir slogan atıyordu. İran'ın iç politikasıyla ilgili çok şey bilmiyordum ama bu kez vaazın konusu Büyük Şeytan değildi. İç şeytanların, münafıkların sırasıydı şimdi. İki numaralı kutsal adamın lanetine mazhar oluyorlardı. Halkın Mücahitleri devrime karşı çıktığı için kınıyordu. Mujahidin, yani Mücahitler önceleri devrime destek olduğu için bu öykü acıklı bir öyküdür. Devrim, çocuklarını yiyecekti. Mujahidin-i Khalk (Halkın Savaşçıları) şimdi resmi bir ağızdan Munafiqin-i Khalk (Halkın Münafıkları) olarak nitelendiriliyordu. Namazdan sonra Humeyni yandaşları muhalif örgütleri lanetleyen broşürler dağıtıyordu. Sonra kalabalık, sloganlar eşliğinde kampüsten ayrıldı. En popüler sloganlardan birini hala anımsıyorum:
Emam ifsha kard, ifsha kard; munafiqeen ra rusvay kard!
İmam ifşa etti, ifşa etti; münafıkları rezil etti!
O istikrarsız ortamda kendi küçük maceramı da yaşamıştım. Ama biraz utandırıcı bir maceraydı bu. Ziyaretimin ilk günlerinde yolculuk ruhsatını kullanarak oruç tutmuyordum. İkinci gün bir şekilde Rıza'dan ayrılıp tek başıma Tahran sokaklarında dolaşmanın zevkine varıyordum. Öğle olmak üzereydi ve bir dükkândan atıştıracak bir şeyler almıştım. Muhtemelen insanlar iki saatlik öğlen istirahatinde olduklarından arka sokakta sadece birkaç yaya vardı. Sokakta yürürken bir yandan da atıştırıyordum. Ramazan olduğunu unutmuştum. Bir esnafın beni fark etmesi uzun sürmedi. Hızlı el hareketleriyle bana sesleniyordu. Şok olmuştum. Başka birkaç esnafın daha ona katıldığını fark ettim. Benden derhal yemek yemeyi bırakmamı veya bölgeyi terk etmemi istiyorlardı. Tepkilerinin samimi bir dini hoşgörüsüzlük mü, yoksa devrim muhafızları yani ahlak polisinden korktukları için mi olduğunu hala kestiremiyorum. Aşağılanmıştım. Kâfir bir turist olarak orada bulunmuyordum; devrimlerini Türkiye'ye ihraç etmek için kendimi riske atarak Türkiye'den gelen biriydim. Saygı bekliyordum ama onun yerine tehdit ve azarlama ile karşılanmıştım.
Bu olay bir uyanış çağrısı olmalıydı. Başka insanların kararlarımı yargılamasını gerçekten istiyor muydum? Bunlar, birçok Sünni'ye de makul görünen felaketli bir hadisi/sünneti izliyorlardı. "kötülüğü görsen önce ellerinle değiştir... Buna gücün yetmiyorsa dilinle, ona da gücün yetmiyorsa kalbinden buğzet..." Ve şimdi dindar İranlılar ellerine güç geçtiği için artık imanlarının ideal şıkkını tercih ediyorlardı. Benimle konuşmaları veya niye oruç tutmadığımı sormaları bile imanlarının zayıf olması işaretiydi.
Ahlaksız olduğuma karar verdikleri veya izlemem gerektiğine inandıkları dini kuralları izlemediğim için polislerin beni cezalandıracağı bir ülkede yaşamayı gerçekten istiyor muydum? Hangi dini veya mezhebi seçeceğime devletin karar vermesini mi istiyordum? Cevap vermek bir yana, o vakitler bu soruları soracak kadar bile akıllı değildim. Ama altı yıl sonra Osman Bostan adındaki bir dostum sormayı akıl edemediğim bir soruyu bana soracaktı. Altı yıl sonra bir paradigma değişiminden geçecektim; ama hala İslami yönetimle ilgili bazı Sünni fikirlerim ve çekincelerim vardı. Osman bana basit bir soru sormuştu: "Edip, polisin senin dinini seçmesini ve o dini sana zorla kabul ettirmesini ister misin?" Bu basit soru başımdan aşağı dökülerek beni uykumdan uyandıran kırk litre buzlu su gibi olmuştu. Osman çok zeki bir adamdı. Polise olan alerjimi biliyordu. Toplumun ve hükümetin bireysel anlamda ilgilenmemesi gereken konularda polis tarafından yargılanıp taciz edilme fikrini sevmediğimi de biliyordu.